Dolar 18,8883
Euro 20,0380
Altın 1.116,76
BİST 5.261,41
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 12°C
Çok Bulutlu
İstanbul
12°C
Çok Bulutlu
Cts 12°C
Paz 12°C
Pts 14°C
Sal 15°C

Hukuk Tarihçisi Akgün Bilgin ile mülakat

Hukuk Tarihçisi Akgün Bilgin ile mülakat
Ağustos 11, 2022 4:28 am
235

Sayın Akgün Bey, öncelikle, son bir seneyi aşkındır üzerinde çalıştığımız “12 Ay’da 12 Mülakat, Sözde Ermeni Soykırımı Hakkında Hakikat” isimli söyleşi serimizin 12. ve son konuğu olmayı kabul ettiğiniz için TASFO olarak size çok teşekkür ederiz.

 

Fatih Özonur – Türkiye, Almanya ve ABD’de çeşitli dillerde yayınlanmış onüç tane özgün hukuk tarihi kitabınız var ve birçok akademisyen bilimsel çalışmalarında kitaplarınızı kaynak olarak gösteriyor. Amerikan Hukuk Tarihi Derneği sizi “eserlerinde bilinçaltı şuurunu harekete geçiren hukuk, sosyal hayat ve adli bilimleri sentezleyen semiotik ve narratif merkezli araştırma yönü gelişmiş modern Türk hukuku tarihi ekolünün kurucusu” olarak kabul ediyor.

 

İsterseniz, sizi, sizden dinleyelim ve bize biraz kendinizden bahsetmenizi isteyerek sorularımıza başlayalım. Sayın Akgün BİLGİN kimdir, nerelidir ve ihtisas-uzmanlık alanları nelerdir?

 

Akgün Bilgin – 1977 yılında Hof (Bavyera) Almanya’da doğdum. Uzmanlık alanım ceza hukuku araştırmaları ve hukuk tarihidir. Ceza hukuku araştırmalarımda ise ağırlıklı olarak soykırım ve suçluların iadesi hukuku alanında çalışmaktayım. “Sapkınlıkla Mücadelede Kilise Hukuku” ve “Antikçağdan Günümüze İnfaz Hukuku Tarihi” isimli doktrin kitaplarım konu ve içerikleri bakımından dünyada ilk ve tek, başka bir muadili yok. Yurtdışında elliden fazla akademisyen makalelerinde eserlerimi kaynak olarak gösterdi. Sizlere bu noktada biraz Ermeni meselesi ile uzmanlık alanlarımın kesiştiği yoldan bahsetmek istiyorum.

 

Tahmin edeceğiniz gibi tarihte yaşanan savaşlar, barışlar, terörizm ve soykırım gibi insanoğlunu etkileyen olayların hepsinin uluslararası hukuki boyutları ve insanlık dışı eylemlerin karşılığında ceza kanunları vardır. Savaş suçları ve “Soykırım” da bunlardan biri olup mer’i mevzuat olarak 1948 tarihli “Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşmesi”nden bu yana uluslararası ceza hukukunda ceza gerektiren bir suç olarak kabul edilmektedir. 1 Temmuz 2002 tarihinde ise “Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCMR)” kuruldu.

 

Soykırım, aslında uluslararası ceza hukukunda en büyük suçlardan biridir ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Yahudi Holokostu’nu yargılayan meşhur Nürnberg Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin duruşmalarından beri “suçların suçu” olarak kabul edilmektedir. Soykırım suçu, silahlı bir çatışmanın olmadığı durumlarda genellikle bir grubun kasten ve sistematik olarak yok edilmesini içerir. Savaş döneminde işlenmişse soykırım fiilleri bu sefer “savaş suçları”na tekabül eder. Burada sorulması gereken soru ise “iddiaların hangisi “soykırım” hangisi “savaş suçları” kapsamına giriyor?” sorusudur. İşte tam da burada, ceza hukuku araştırmacısı ve hukuk tarihçisinin önemi ortaya çıkıyor. Dolayısıyla soykırım hukukuna göre bağımsız, tarafsız bir ceza hukuku araştırmacısı ve hukuk tarihçisi olarak Ermeni soykırımı iddialarının ve yalanlarının geçmişten günümüze kadar süren süreçte hukuki ve adli zemini ile sosyal boyutları üzerine araştırmalar yapmaktayım.

 

Benim bu konuda diğer tarihçilerden ayrılan farkım, uzmanlığım gereği çalışma alanım tarihteki soykırımın iddialarının ve delillerin sahte olup olmadığı, ve gösterilen delillerin hukuka uygun ve hukukun emrettiği şekilde elde edilip edilmediğidir. Örneğin ABD’deki Ermeni Diasporasının delil olarak kullanmak istediği Prof. Dr. Vahakn Norair Dadrian’ın (1926-2019) “Ermeni Soykırımı’nın Türk Kaynaklarında Belgelenmesi” kitabında yer verdiği Mustafa Kemal Atatürk’ün 01 Ağustos 1926 tarihinde Los Angeles Herald Examiner’e verdiği iddia edilen röportajın sahte olup olmadığı ve delil olarak hukuki bir değerinin olup olmadığı ile ilgilenilmesi gibi. Kaldı ki, bu “delilin” sahte olduğu Prof. Dr. Türkkaya Ataöv tarafından ispatlandı. Ayrıca “Ermeni Soykırımı” tezine kanıt olarak gösterilmek üzere “Naim Bey’in Anıları” adı altında 1919-1920 yıllarında yayınlanan, “Andonyan Belgeleri” adıyla da bilinen telgrafların da sahte olduğu anlaşılmıştır!

 

Şimdi bu “soykırım hukuku” denilen uzmanlık alanı, sosyal davranış kalıpları ve bağlamları aracılığıyla inşa edilen mevcut güç ve tahakküm ilişkilerini dengeleyen veya değiştiren ve en az olmama koşuluyla toplumun siyasi kontrolüne hizmet eden, aynı zamanda onu kültürel olarak şekillendiren bir sosyal gerçeklik olgusudur. Soykırım hukuku tarihi ise sadece geçmişte uygulanmış göç hukukunu, kanunları ve kurumları araştırmakla kalmaz, bu hukukun toplum arasındaki etkileşimiyle de ilgilenir. Haliyle Ermeni meselesine ceza hukuku araştırması yaptığınızda ister istemez birçok multi-disipliner alanları da araştırmak zorundasınız. Sonuç olarak sizi temelde Ermeni iddiaları tezini çürütmeye veya doğrulamaya götürür.

 

Fatih Özonur –  Sözde Ermeni soykırımı konusunda yabancı arşivler üzerinde çalışmalarınız var mı, varsa sizi en çok dikkatinizi çeken olaylar nedir?

 

Türkiye ve ABD hukuk tarihinde bir ilk olan “Cezai ve Sınıraşan Örgütlü Suçlarla Mücadelede ABD ve Türkiye Arasındaki Adli Yardımlaşma” isimli kitabımdaki “Türkiye ve ABD arasında suçluların iadesi tarihi” bölümünün yazımı için üç yıl boyunca Ermeni meselesi konusunda devlet arşivlerinde araştırmalar yapmaya başlamıştım. Çünkü 1830 yılından beri, ABD ile olan 192 yıllık resmi tarihimizde iki ülke arasında Ermeniler hep sorun olmuş. Bazen de her iki devlet nazarında “sorunlu, sıkıntılı millet” konumuna düşmüşler. Her ülke arasında suçluların iadesini araştırırken kapsamlı olarak Ermeni meselesini de araştırmak gerekiyordu. Daha öncesinde de genel-geçer Ermeni meselesi konularına vakıf olmak için arşiv araştırmaları yapmaktaydım.

 

Her şeyden önce şunu söylemek gerekir: Tarih, vakaları bilme değil, problemleri anlama sanatıdır. Ermeni meselesini anlamak için iki ya da daha çok doğrunun aynı düzlem içinde ve aralarında her noktada eşit uzaklık bulunan ve kesişmeden uzayıp giden “koşut tarihçiliği” yapmak gerekir. Bu minvalden yola çıkarsak; Osmanlı İmparatorluğu, altıyüz yıl boyunca farklı inanç ve etnik kimliklere saygılı çok kültürlü bir toplumdan oluşmaktaydı. 1830 yılında ABD ile Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan Seyr-ü Sefain ve Ticaret Anlaşması’ndan itibaren Batı’dan Anadolu topraklarına Hristiyan misyonerler gelmeye başladı. Bunun yanında ilerleyen yıllarda ulus-devletçilik anlayışını yıkmak için İstanbul’da Le Renaisance (Rönesans) ve Homeros (Homer) gibi yabancı menşeli kurulan mason locaları açılmaya başlandı.

 

Batı’nın amacı, Osmanlı Devleti’ni Müslüman-Türk idari yönetimden çıkartarak kendilerine biat edecek sınır ötesi Hristiyan kahramanlar yaratmaktı. Bu projede hiç kuşkusuz ki en elverişli ve en operasyonel millet, Osmanlı’da en fazla Hristiyan nüfusa sahip olan Ermenilerdi. Osmanlı İmparatorluğu’nu ve devletini parçalamak amacıyla Ermeni toplumu üzerinden siyasi ve ekonomik çıkar sağlamaya çalışan Hristiyan ülkeler, aynı topraklarda Türklerle dostça yaşayan dindaşları olan Ermenileri kullanmışlar, onları kendi amaçları doğrultusunda yönlendirmişlerdir.

 

Osmanlı Devleti’nde Ermeniler askerlikten, kısmen de vergiden muaf tutulmuş, ticarette, zanaatta, çiftçilikte ve yönetimde önemli yerlere getirilmişlerdir. Kapitülasyonlarda yer alan hükümlerle Osmanlı topraklarında hukuki dokunulmazlık ve ayrıcalıklara sahip olan başta ABD olmak üzere Fransa, İngiltere ve Rusya gibi ülkeler Osmanlı Ermenilerine vatandaşlık dağıtmaya başlayarak onlara hukuki koruma kalkanı sağlamışlardır. Böylece Ermeniler, 1850’den itibaren Osmanlı idaresinde 29 kişi paşalık unvanı almış, 22 Ermeni hükümet üyesi bakan olmuş, 33 Ermeni Meclis-i Mebusan (milletvekili) üyeliği, 7 Ermeni Büyükelçilik, 11 Ermeni Başkonsolosluk görevlerinde bulunmuştur. Bunun haricinde Ermeniler devletin çeşitli kurum ve kuruluşlarında görev almış ve ticaretin önemli kısımlarında söz sahibi olmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan yıkılışına kadar yüzyıllar boyunca Ermeniler hür iradeleriyle hep özgürce yaşadılar.

 

Ancak 1789 yılındaki Fransız Devrimi’nin ulusal milliyetçilik anlayışı ile 1850’den başlayarak Ermenilerin özgürce yaşayıp, ticaret yapmaları ve kamuda yükselmesi onları tatmin etmiyordu. İlki 1780 yılında olmak üzere Ermeniler sırasıyla 1782, 1808, 1819, 1829, 1832, 1835, 1836, 1840, 1842, 1850, 1853 yıllarında ayaklanmalar çıkarmışlardır. 1862 yılında Osmanlı’daki Zeytun Ermenileri, daha önce devletin koyduğu kanunlara karşı koymak için isyan etmişlerdir. Genel olarak 1860 yılından sonra Ermeniler, bağımsız devlet kurma amaçlarına ulaşabilmek, Büyük Devletlerin dikkatlerini çekmek ve Osmanlı Devleti’nin huzurunu bozmak için isyan etmeye başlamışlardır. Bu ayaklanmalarda Ermeniler, yüzlerce Müslüman Türk köyünü basıp binlerce Türk köylüsünü katlettiler. Ermeniler ayrıca 24 Nisan 1877 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya İmparatorluğu arasında yapılan “93 Harbi”nde de Rusların safhında yer almışlardır. Bunu 1878, 1895 ve en son 1914 yılındaki isyanlar takip etti.

 

Birinci Dünya Savaşı öncesinde Yunanlılar, Bulgarlar ve Sırplar Osmanlıdan bağımsızlık kazanınca, Ermeniler de benzer şekilde bağımsızlık elde etmek amacıyla İstanbul’dan Van’a kadar dernekler kurup silahlanmaya başladılar. Mart 1915’de Rusya, Doğu Anadolu’ya girince Rusya’nın desteğini alan Ermeniler, 11 Nisan 1915’de Van’da isyan çıkardılar. İsyan Van’dan Anadolu’ya sıçrayınca, Osmanlı zorunlu göç (tehcir) kararı almıştır. Karar sadece Ortodoks Ermenilerine uygulanmış, isyana katılmayan Katolik ve Protestan Ermeniler tehcir uygulaması dışında tutulmuştur. İsyan öteki bölgelere sıçrayınca, 24 Nisan 1915 tarihinde Osmanlı Devleti, Anadolu’daki bütün Ermeni derneklerinin kapatılmasına karar vermiş ve isyanı destekleyen İstanbul’daki 200 kadar Ermeni aydınını da Çankırı ve Ayaş’a sürgüne göndermiştir. “24 Nisan Sürgünleri” daha sonra İstanbul’a sağ salim geri gelmiştir.

 

Bu ayaklanma ve isyanlara katılan, kendi milletini soyan, hırsızlık yapan ve cinayetler işleyen Ermeniler ise ellerindeki ABD pasaportları ile ABD’ye kaçıyorlardı. Ermeniler, ABD’de mağduriyet edebiyatı yaptıkça kamuoyundan ve devletten ilgi görüyorlardı, bağışlar toplanıyordu ve bu edebiyatın kaymağından nemalanıyorlardı. Bu romantik ilişki trafiğine dair ABD ve TC Devlet Arşivleri’ne baktığımızda binlerce suçlunun iadesine konu olan Ermenilere ait belgeler bulunmaktadır.

 

Bir de bu Ermenilerin iddialarının ana hattının tali tarafı var. Ruslarla yapılan “93 Harbi”nden 38 yıl sonra başlayan Birinci Dünya Savaşı arifesinde Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ortodoks Ermeniler Ortodoks Rusya İmparatorluğu için isyanlar çıkarmış, bu süreçte Ermeni aşırılıkçı yapılanmalar 19. Yüzyılın ikinci yarısından başlayarak Çarlık Rusya’sının Osmanlı İmparatorluğu’nu zayıflatmaya ve parçalamaya yönelik siyasasına verdikleri destek nedeniyle Osmanlı için hep ciddi bir güvenlik tehdidi olmuşlardır. Söz konusu grupların ayrılıkçı faaliyetleri, terör saldırıları ve kurbanlarının çoğunluğu Osmanlı Müslümanları’ndan oluşan bölgelerdeki katliamları, bu tehdidin kontrol edilemez bir noktaya geldiğini göstermiştir.

 

Birinci Dünya Savaşı’nda Ermeni radikaller, etnik açıdan homojen bir Ermenistan kurulması amacıyla işgalci Rus ordusunun saflarına katılmıştır.  Bu emperyalist emel uğruna Müslüman köylerini basıp, sayıları milyonları bulan Müslüman Türkleri öldürmekten hiç çekinmemişlerdir. Türklere karşı yapılan bu katlimanların belgelerini Türk arşivlerinde bulmak mümkündür. Ermeniler, 1862 yılında Osmanlı’daki Zeytun İsyanlarıyla başlayan ve devlet kurmak amacına yönelik Türklere karşı yaptıkları bu soykırımı örtbas etmek amacıyla, suçtan kurtulmak için suç isnadı üretmişlerdir. Ortaya attıkları mağduriyet edebiyatı ve oluşturdukları sahte belgelerle bir kamuoyu algısı oluşturup, oluşturdukları bu kamuoyunu yönetmeye çalışmaktadırlar.

 

Ermeni meselesine koşut tarihçiliğine göre baktığımızda da şunu görüyoruz: Birinci Dünya Savaşı öncesinde, savaş sırasında ve sonrasında yaşanan konjektörel kaosun getirdiği travmalarla birlikte 16 milyon insan ölmüş, Osmanlı, Avusturya – Macaristan ile Rusya İmparatorlukların yıkılmasıyla 20 milyon insan göç etmek zorunda kalmıştır. Ermeni meselesi konusunda burada gözden kaçan bir durum da var. Ermenilerin 1915 yılındaki uyuşmazlık iddiaları Birinci Dünya Savaşı sırasında geçmektedir. Bu iddiaları 1948 tarihli Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşmesi’ne göre “soykırım” olarak değil “savaş suçluları” kapsamında değerlendirmek gerekir.

 

Osmanlı Devleti, Ermenilerin iddialarına esas teşkil eden fiillerin zaman dilimi olan Birinci Dünya Savaşı’nda askeri komuta olarak Alman karargâhına bağlıydı. Savaşta, Osmanlı Devleti’nin Genelkurmay Başkanı Fritz Bronsart von SCHELLENDORF, Üçüncü Ordu komutanlığı Kurmay Başkanı Felix GUSE, General Otto von LOSSOW, General Freiherr Kress von KRESSENSTEİN, General Liman von SANDERS, General Freiherr Colmar von der GOLTZ, General Hans von SEECKT, Albay Carl MÜHLMANN, Alman Askeri Ataşesi Deniz Binbaşı Hans Humann ve diğer 500 tane Alman subayı, Ermeni Zorunlu Göçü (Tehcir) sırasında Türk topraklarında ve karar makamlarında görevliydiler.

 

Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Türk birliklerinin tamamen Alman Genelkurmay Karargahı tarafından yönetildiğini söylemek mübalağalı olmayacaktır. Zaten bu konuda Avusturya-Macaristan Askerî Ataşesi General Joseph POMİANKOWSKİ’nin iki raporunda da belirtmiş olduğu gibi, 1915 yılından itibaren “Türk Silahlı Kuvvetleri tamamen Alman ana karargâhı komutasına girmiştir” ifadesi, bizzat Osmanlı Genelkurmay Başkanı Alman General Fritz Bronsart von SCHELLENDORF tarafından söylenmiştir.

 

Ermeni araştırmaları alanının kurucusu Prof. Dr. Vahakn Norair Dadrian, yazdığı “The History of the Armenian Genocide: Ethnic Conflict from the Balkans to Anatolia to the Caucasus (Berghahn Books, New York 2004, ISBN 1-57181-666-6, p.256) isimli kitabında Osmanlı Devleti’nin Genelkurmay Başkanı Fritz Bronsart von SCHELLENDORF’u “Ermeni Tehciri planının gerçek başlatıcısı” olarak tasvir etmiştir. Almanlar, Osmanlı topraklarında bulunan Alman Kızılhaçı içindeki din görevlileri ile içlerinde Alman-Ermeni Cemiyeti (Deutsch-Armenische Gesellschaft)’nin de bulunduğu Alman misyoneri

Hristiyan Ermenileri bölgeden çekmek istiyorlardı. Berlin kaynaklı Alman “Allgemeine MissionsZeitschrift” gazetesi yazarlarından Prof. Dr. Julius RİCHTER’in Alman subayları ile yapmış olduğu konuşmalara göre, “güvenilirliği olmayan” Ermeni nüfusun sınır bölgelerinden tahliye edilmeleri Türklere Almanlar tarafından telkin edilmiş, hatta önerilmişti.

 

Fatih Özonur –  Şimdi bu semiotik tespit, tarihi okuma ve anlamadan sonra Ermenilerin iddiası “soykırım” mı yoksa “savaş suçları” mı? Yoksa tarihte böyle bir iddiaya somut delil olabilecek hukuki ve tarihi deliller var mı? 

 

Sykes-Picot Anlaşmasının mimarlarından ortadoğu uzmanı İngiliz diplomat Mark Sykes, 1915’te Londra’da yayınladığı “Halife’nin Son Mirası: Türk İmparatorluğu’nun Kısa Tarihi (The Caliph’s Last Heritage / A Short History of Turkish Empire)” başlıklı kitabında Ermeniler için “Mutsuz olmaya mahkum bir milletti” der ve (Sykes’a göre) bunun nedenlerinin başında da “kendi aralarındaki ilişkilerin sorunlu olması” gelmektedir (s. 417). Üstelik Sykes kitabında, Ermeniler ve Türkler benzer yaşam tarzlarına sahip olsa da bundan sonra bir arada yaşamalarının çok da mümkün olmadığını iddia ediyordu: “Durum gittikçe toleranssız bir hal alıyor, karşılıklı duyulan korku ve şüphe yükseliyor. İşin sonunu pek göremiyorum. Taraflardan birinin zorla göç ettirilmesi kabul edebileceğim tek çözümdür” (s. 372) demektedir.

 

Ayrıca İstanbul’u işgal eden İngilizler, Mayıs 1919 tarihinde Birinci Dünya Savaşı’na katıldıktan sonra ellerindeki Malta Adası’na sürgüne götürüp “Ermeni olayları sanığı” ve “savaş suçlusu” diye itham ettikleri 145 tane Türk Osmanlı idarecisini, subayı, ileri geleni ve aydını, kendilerince yargılamak ve mahkûm etmek istediler. Yargılamayı uluslararası düzeye çıkarmak istemelerine rağmen bu duruma da çıkaramadılar. Yargılama, “Sevr Barış Antlaşması”nın “Ermeni katliamı” konusundaki iddiaların yer aldığı 230. ve 231. maddelerine dayanmaktaydı. Destek olmasını bekledikleri diğer ülkelerse (başta Fransa, Rusya, Almanya ve ABD) ellerinde somut deliller olmadığı için yargılamaya taraf olmadılar ve kendilerini geri çekerek İngilizleri yalnız bıraktılar.

 

İlerleyen tarihlerde mantıken ABD, Fransa ve Rusya gibi devletlerin resmi arşiv  belgelerinden ve yazışmalarından, sonradan ortaya çıkarılacak Alman arşivlerinden, mutlaka “suçlama” ortaya koyacak kanıtlar çıkacak olmalıydı. Ermeniler için umut oradaydı. Ancak bu ülkelerden soykırım veya savaş suçları konularını içerecek ciddi hiç bir şey gelmiyor, hiç bir şey bulunamıyordu. Ayrıca sonuçta Ermenilerin ellerinde yine hiç bir hukuki kanıt yoktu. Türklerin masumiyeti ortadaydı. Malta sürgünü davalarında düzmece suçlamalarla yargılama yapıldığı iddialarına yol açabileceği ve bu tür iddiaların da ileride İngiltere’nin adalet geleneğine zarar verebileceği, İngiliz hukukuna leke sürebileceği düşünüldüğünden yargılama sürdürülmedi. İngiliz Savcılığı, 21 Temmuz 1921 tarihinde, delilsiz, kanıtsız, hukuk dışı yollarla yargılama yapılamayacağına karar verdiğinden İngiltere tutukluları serbest bırakmak zorunda kaldı. İttihat ve Terakki yöneticileri Ermenilere kötü davrandıkları ve onlara kıyım yaptıkları yolundaki yersiz ithamlardan kurtuldular, bu konulardaki iddialardan aklanmış oldular.

 

İngiliz Kraliyet Başsavcısı da, “İstanbul türü yargılama” yapılmasının doğru olmadığını, yargılama için

“gerçek kanıt ve tanık” gerektiğini söylemişti. Tarihe “Malta Sürgünleri (bir başka adlandırmayla Malta Yârânları)” olarak geçen sanıklar topluluğunda devlet görevlileri ve askerlerin yanında, aydınlar, gazeteciler, yazarlar, siyasetçiler, din görevlileri vb. de vardı. Dava düşünce hepsi birden serbest bırakıldı. Neticede, Ermenilerin soykırımla ilgili iddialarına dava konusu olacak bir suçları olmadığı ortaya çıkmıştı. Üstelik yargılamayı yapan İngilizler’in 1865 yılında Londra’da yayınlanan Henry Harcourt ve Hyde Clarke’ın “Türklerin Yok Edilmesi ve Türkiye’de Hristiyanların Çoğalması Öngörüleri (On the Supposed Extinction of the Turks and Increase of the Christians in Turkey, Journal of the Statistical Society of London, c. 28, s. 261-293)” başlıklı bir kitap, Türk düşmanlığı siyasetlerini meşrulaştırıyordu.

 

Yukarıda anlaşılacağı gibi 1948 tarihli Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme’nin 2. ve 3. maddesine göre de hukuken “soykırım”dan bahsetmek mümkün değildir. Çünkü tehcirin hukuki dayanağı olan 27 Mayıs 1915’te Osmanlı Hükümeti tarafından Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu ile karşı karşıya gelebilecek iç unsurların Alman karargâhının kararıyla savaş bölgelerinden uzak yerlere devlet eliyle gönderilmesi için çıkarılan Sevk ve İskân Kanunu (Techir veya Göç Kanunu) bulunmaktadır. Ayrıca Osmanlı Devlet Arşivlerinde ve Alman Devlet Arşivlerinde Ermenilerin soykırıma uğradığına yönelik askeri ve kolluk kuvvetlerine gönderilen hiçbir müzekkere de yoktur!

 

İkinci Dünya Savaşı sonrası 1950 yılından 1990 yılına kadar dünya, iddia olunan 17 soykırım olayına tanık olmuş ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yalnızca iki soykırım davası sonuçlanmıştır. Gerek Almanların Nürnberg Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Yahudilere karşı işlenen ve soykırım suçunu yargıladığı Eichmann davasına, gerekse de Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Ruanda Kayishema ve Ruzindana soykırım davalarına baktığımızda suçluların soykırım yaptığına dair yazılı metinler (talimatlar, müzekkereler, genelgeler) şeklinde kabul edilen kesin soykırım delilleri bulunmaktadır ve soykırıma maruz kalanlar hakkında tehcir dediğimiz göç kanununları da yoktur.

 

 

Ermeni Soykırımı tezinin önde gelen savunucularından Prof. Dr. Vahakn Norair Dadrian gibi Mustafa Kemal Atatürk’ün 01 Ağustos 1926 tarihinde Los Angeles Herald Examiner’e verdiği iddia edilen sahte röportaj üreten Ermeniler, Osmanlı dönemini içeren sözde soykırımdan Osmanlı Devleti’nin mirası Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni sorumlu tutabilmek için 1915-1918 olaylarını şimdi 1915-1923 yılına kadar yayma gibi yeni bir tanımlama getirdiler. Bunu yaparken de Osmanlı hükümetinin ve askeri şahsiyetlerin adını ve itibarını kullanarak Türk liderlerin ağzından çıkmış gibi çok kolay “A Priori” denilen adice önsel yöntemlere başvuruyorlar. Bundan cesaret alan Ermenistan Devleti de, 3T (Tanıma-Tazminat-Toprak) stratejisi ile sözde Ermeni soykırımını Türkiye Cumhuriyeti’ne yükleme peşindedir. Böylece Ermeni diasporası, Birinci Dünya Savaşı sonrasında mağlup Osmanlı devleti ile imzalanan Sevr (Sevres)  Anlaşması ile (md.88-93) dönemin ABD Başkanı Woodrow Wilson’ın 22 Kasım 1920‘de Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis illerini Ermenistan’a verdiği kararı hayata geçirmek için sözde Ermeni soykırımına karşılık Türkiye’den toprak talep etmenin yollarını aramaktadırlar.

 

Daha basit ifadeyle, dünyanın her yerinde göçmen azıklıkların yaşadıkları ülkelerde yasal statüye kavuşmak için mağdur edebiyatı yaptıkları ve çatışma kültüründen maddi ve manevi beslendikleri olgusal bir gerçektir. Aradan yüz yıl geçmesine rağmen bu kirli ve ucuz oyun hala devam etmektedir. Bu olgu gündemde kaldıkça Ermeniler bu işin kaymağını yemekte, gündemde tutan ülkelerse Türkiye ile olan dış politikalarında bu konuyu pazarlık kozu olarak kullanmaktadır. Buradan anlaşılacağı gibi Ermeniler tarih boyunca hem adam kullanmaktan, hem de kendilerini kullandırmaktan hoşlanmışlardır. Gelinen noktadaki durumun özeti budur.

 

Fatih Özonur –  Sizce, iddia edilen sözde Ermeni Soykırımı’nın, aslen bir Türkiye’yi bölme projesi olduğunu tüm Dünya’ya en hızlı ve zihinlerde kalıcı bir yer edecek şekilde nasıl anlatmalıyız?

 

Bunun en basit ve net örneği Kürdistan İşçi Partisi, kısaca PKK’dır. 1980’li yılların başında Ermeni ASALA terör örgütü bitince bu sefer 1980’li yılların ortasında Türkiye’de PKK isimli bir terör örgütü peyda oldu. Liderleri ve kurucusu kimdir? Babası Ermeni olan Abdullah ÖCALAN’dır. Bunun haricinde bugüne kadar etkisiz hale getirilen binlerce örgüt yöneticisi Ermeni çıkmıştır. PKK terör örgütünün ortaya çıkışından itibaren bu oluşumun Ermeni örgütleriyle ilişkileri sürekli gündeme gelen bir konudur. Özellikle yurt dışında Türk diplomatlarını şehit eden Ermeni terör örgütü ASALA ile bağları ve onun devamı olduğu ile ilgili haberler basın yayın organlarında eskiden beri çok sık yer almakta, zaman zaman güvenlik kuvvetlerimizin ve istihbarat birimlerimizin açıklamalarında da dile getirilmektedir. Bu konuyla ilgili bazı kitaplar da yayımlanmış ya da terör örgütü ile ilgili kitaplarda bu konu işlenmiştir.

 

Ayrıca, 2020 yılında Azerbaycan ve Ermenistan arasında yaşanan Dağlık Karabağ Savaşı’nda Ermenistan askeri Albert MİKAELYAN, 300 tane PKK’lı teröristin Dağlık Karabağ’da Ermenistan saflarında savaştığını itiraf etti. Bu delil de bize PKK’nın Ermenilerle irtibatlı ve iltisaklı olduğunu göstermektedir. Bunun yanında Türkiye’den toprak koparmak için Kürtleri ve terörü bir araç olarak kullanan PKK, 21-28 Nisan 1980 tarihini Kızıl Hafta ve 24 Nisan’ı da “Ermenilerin Soykırım Günü” ilan etmiştir. 8 Nisan 1980 tarihinde Lübnan’ın Sidon kentinde PKK ve ASALA ortak basın toplantısı düzenlemiştir. Abdullah ÖCALAN da, Ermeni Yazarlar Birliği tarafından büyük Ermenistan fikrine katkılarından dolayı onur üyeliğine seçilmiştir. 4 Haziran 1993’te ise Ermeni Hınçak Partisi, ASALA ve PKK terör örgütlerinin mensupları Batı Beyrut’ta bulunan PKK merkezinde bir toplantı yapmıştır. Tüm bunlar, “düşmanımın düşmanı benim dostumdur” görüşünün çok ötesinde PKK ve ASALA’nın bilinçli işbirliğinin göstergeleridir.

 

Türkiye; bir taraftan PKK terör örgütü ile mücadele ederken, aynı zamanda Sevr ve Sykes-Picot’yu gerçekleştirmeyi amaçlayanlarla da mücadele etmektedir. Bu arada bu amaç uğruna Ermeni diasporası  da boş durmamaktadır. ABD’de yaşayan Ermeniler, lobi faaliyetleriyle her seçilen başkanı etkilemektedirler.

 

 

Sözde Ermeni soykırım iddiaları Türkiye’nin dış politikasını sürekli baskı altında tutmakta, Türkiye’ye yönelik psikolojik baskı yapılması için bazı ülkelere fırsatlar vermekte ve Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği önünde bir engel oluşturmaktadır. Son yıllara baktığımızda ise Batı’nın 1830 tarihinde başlattığı, “Türkiye’yi Müslüman-Türk idari yönetimden çıkartarak kendilerine biat edecek sınır ötesi Hristiyan kahramanlar yaratma” projesinin tekrar canlandığını görmekteyiz. Merkezi ABD’de bulunan FETÖ – Fetullahçı Terör Örgütü’nün yaptığı 15 Temmuz Darbe Girişimi veya diğer adıyla 2016 Türkiye askeri darbe teşebbüsü başarısız olunca bu sefer Türk siyasetinde kripto Hristiyan politikacıları ön plana çıkartmaya ve desteklemeye çalışmaktadırlar.

 

Fatih Özonur – Ermeni terör çetelerinin, Türk ve diğer Müslüman tebaya uyguladıkları insanlık dışı katliamlar Batılı arşivlerde -hatta Rus arşivlerinde bile- anlatıldığı tarihi bir gerçek iken, Batı Dünyası bunları neden görmezden geliyor? Bunun sorumlusu olarak kendimizi görebilir miyiz, sizce?

 

Tabii ki hatayı ve kusuru biraz da kendimizde aramamız lazım. Günümüz Türkiye’sinde Batı’nın bize dayattığı bir sürü patlatılması gereken yalan balonu var. Bunlardan birisi de Ermeni meselesidir. Türkiye’de kahir ekseriyet şifahen Ermeni meselesinin üzerine gidildiğinde bunun ülkede yaşayan Atatürkçülük ve Alevi kimliği kalkanına saklanmış % 35’lik kripto Ermeni nüfusuna karşı kin ve nefret söylemi doğuracağına inanıyor ama Ermenilerin geriye kalan bu % 65’lik Müslüman Türk kesimine karşı beslediği kin ve nefret söylemi görmezden geliniyor. Ermenilerin tarihte Türklere karşı uyguladıkları katliamlar ve miras bıraktıkları hissiyatlar görmezden gelinemez. Burada kamu eliyle bir denge yaratmak lazımdır. Bunun için resmi tarih dersi kitaplarında bu olayların tarafsızca anlatılması gerekir.

 

Dediğim gibi, Batı aslında tarihte Türklerin Ermenilere iddia edildiği gibi soykırım yapmadıklarını, savaş suçu işlemediklerini çok iyi biliyor. Eğer bu yönde ellerinde kanıtları olsaydı ve buna inansaydılar, emin olun “Soykırımların İnkârının Cezalandırılmasına İlişkin Yasa”ları çıkarmakla kalmaz; hemen Türkiye Cumhuriyeti hakkında gıyabi yargılamalar yaparlardı. Bunun en iyi örneği olarak yakın bir tarih olan 08/08/2019’da Ermeni Bakalian ve Davoyan, ABD mahkemelerinde Türkiye Cumhuriyeti, TC Merkez Bankası ve TC Ziraat Bankası’na karşı açtıkları tazminat davalarını kazanırlardı.

 

Burada Batı’nın sadece sözde Ermeni soykırım iddialarıyla uluslararası arenada Türkiye’nin dış politikasını sürekli baskı altında tutma politikaları yatmaktadır. Roma Hukuku’nun “Actori incumbit onus probandi” kuralı, Katolik Kilise (Canon) Hukuku Vaka Girişi (md. 1539), ABD Federal Ceza Yasası Soykırım Bölümü (18 US Code § 1091), 6100 sayılı Türk Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 190. Maddesi ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 6. maddesi ile Ermenistan Cumhuriyeti Ceza Kanunu 397. Maddesi gereği iddia sahibi Ermenilerin soykırım iddialarını bilimsel ve hukuka uygun olarak kanıtlamaları gerekmektedir.

 

Fatih Özonur –  Dönemin ABD İstanbul Büyükelçisi Yahudi ve Alman asıllı Henry Morgenthau’nın ABD Büyükelçiliğinde çalışan iki Ermeni’nin günlüklerinden ve notlarından onlara yazdırdığı “Ambassador Morgenthau’s Story” adlı yalan ithamlar ve uydurma hikayeler ile dolu kitabın dışında, tek bir tane sözde soykırım hakkında delile sahip olmayan ABD Temsilciler Meclisi’nin ve Başkanı’nın sözde soykırımı tanıma konusunda düşünceleriniz nelerdir?

 

Bir kere notlarla, anekdotlarla, hatıralarla, anılarla tarihçilik olmaz ve bunların hukuki bir değeri de bulunmaz. Büyükelçi Henry Morgenthau, Başkan Woodrow Wilson’ın 1912’deki seçim kampanyasına cömertçe katkıda bulunmuştu. Erken bir Wilson destekçisi olan Morgenthau, Wilson’ın kendisini kabine düzeyinde bir pozisyona atayacağını varsaymıştı. Ancak Morgenthau Yahudi Amerikalı olduğu için ve yeni Başkan da Yahudilerin bir şekilde Müslüman Türkler ile Hıristiyan Ermeniler arasında bir köprü oluşturduğunu varsaydığından, büyükelçilik görevi tevdi edilince hayal kırıklığına uğrayan Morgenthau kızmıştı. Başlangıçta bu pozisyonu reddetti, ancak bir gezinin ardından Avrupa’ya gitti ve Siyonist dostu Haham Stephen Wise’ın teşvikiyle kararını yeniden gözden geçirdi ve Wilson’ın teklifini kabul etti. 1913’te ABD’nin Osmanlı İmparatorluğu’na Büyükelçisi olarak atandı ve 1916’ya kadar bu görevde kaldı.

 

Morgenthau, tehcir sırasında çoğunluğu Hristiyan misyonerler ve Yahudilerden oluşan Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Amerikan vatandaşlarıyla doğru dürüst ilgilenmediği ve tahliye edemediği için Washington yönetimi tarafından eleştiriliyordu. Bununla birlikte, anlaşmazlıklara sürüklenmek istemeyen Amerikan hükümeti, o sırada çatışmada tarafsız bir güç olarak kaldı ve çok az resmi tepki dile getirdi. Bu durum karşısında Büyükelçi Morgenthau kendisini Amerikan hükümeti nazarında değersiz ve önemsiz hissetmeye başlamıştı. Morgenthau, New York Times’ın yayıncısı Adolph Ochs ile olan dostluğu sayesinde diğer birkaç Amerikalı arkadaşıyla beraber Ermenilere yardım etmek için “Ermeni Vahşeti Komitesi” adlı (daha sonra Yakın Doğu Yardımı olarak yeniden adlandırılan) bir yardım toplama fonu ve komitesi kurdu. Bugün 1 milyar dolara eşdeğer olan 100 milyon doların üzerinde yardım topladı fakat göstermelik bir takım yardımların haricinde bu paraların akıbeti ve nereye harcandığı hiçbir zaman bilinemedi.

 

Morgenthau, 1916 yılında görevinden alınacağını anlayınca apar topar istifa etti. Sonra kendisine itibar kazandırmak ve toplanan yardım paralarının akibetinin araştırılmaması, yani gündemi değiştirmek için Osmanlı liderleriyle yaptığı görüşmelerini içeren hatıratını “Büyükelçi Morgenthau’nun Öyküsü (Ambassador Morgenthau’s Story)” başlığı altında kitaplaştırarak yayımladı. Ancak daha sonra Haziran 1917’de ABD Hükümeti’nin Savaş Departmanı temsilcisi olarak Morgenthau’ya eşlik eden Felix Frankfurter’in iddialarına göre Büyükelçi’nin Filistin topraklarında İsrail Devleti kurulması için Osmanlı Devleti’nin İttihat ve Terakki Fırkası Hükümeti’ni ikna etmeye çabaladığı ortaya çıktı. Bu iddia aslında Morgenthau’nun büyükelçilik görevini kabul etmesinde katkısı olan Siyonist dostu Haham Stephen Wise’ın teşvikinin doğruluğunu da ortaya koymaktadır.

 

Büyükelçi Morgenthau’nun kendi yazdığı hatıralarından oluşan kitap haricinde Osmanlı Hükümeti ile Ermeni olaylarını konuştuğuna dair ne ABD ne de Osmanlı Devlet Arşivleri’nde görüşme tutanakları yoktur. Üstelik ABD Kongre Arşivleri ve TC. Devlet Arşivleri’ne göre ABD’nin 22. ve 24. Başkanı Grover Cleveland’ın 20 Ekim 1895 tarihinde Sultan Abdülhamid Han’a “ABD ve Hükümeti’nin Ermeni Komitacılarına hoş nazarla bakmadığına” dair bir telgraf çekmesi üzerine Sultan Abdülhamid Han da, Başkan’a “Ermeni Meselesi’ne itibar etmediği” için bir teşekkür telgrafı gönderir. ABD Başkanı Grover Cleveland aslında Ermeni Soykırımı olmadığını ispatlayan ve kayda geçiren ilk ABD Başkanı’dır.

 

ABD’deki Ermeni lobileri 1965 yılından beri elli eyaletteki dört önemli birim olan “Valilik – Eyalet Senatosu – Eyalet Temsilciler Meclisi – Belediye”lerde sözde Ermeni soykırımının tanınması için yoğun çalışmalarda bulunuyorlardı. 2019 yılında ABD Kongresi’nin Demokrat kanadı Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Suriye’nin kuzeyinde tek taraflı özerklik ilan eden Suriye Demokratik Güçleri’ne karşı başlattığı sınır ötesi askeri harekâttan rahatsızdı. ABD’nin Suriye’deki projeleri Türkiye tarafından hüsrana uğrayınca intikam alma amacıyla raflardaki köhne “Ermeni Soykırımı” tasarılarına sarıldılar. Söz konusu kararın bir bağlayıcılığı elbette bulunmuyor; çünkü yasa değil!. Yani Temsilciler Meclisi’nin kararı, “karar” olduğu için ABD’nin 1915 olaylarını tam olarak “soykırım” olarak tanıdığı anlamına da gelmiyor. Kararı incelerseniz resmi törenlerde anılması, eğitim yoluyla anlaşılmasının teşvik edilmesi gibi tavsiye kararları var. Yani Temsilciler Meclisi’nin kararı, ABD’deki Ermeni lobisi ve Türkiye aleyhtarı çevreleri memnun etmeye yönelik iç politika saikleriyle atılmış siyasi bir adım olmanın ötesinde bir anlam taşımıyor. Bu sadece ABD Meclisi’nin iç siyasi hissiyatına göre tarihi şekillendirmek istemesidir.

 

Fatih Özonur – Sözde soykırım iddialarını kanıtlamanın en doğru yolu uluslararası bir mahkemede veya bir toplantıda Türkiye ile arşivleri eş zamanlı açmak iken, Ermenistan’ın arşivlerini açmamasının sebebi iddialarının sahteliğinin ortaya çıkabilecek olmasından ziyade daha başka, daha büyük bir şey olabilir mi sizce?

 

Birincisi, Diaspora Ermenileri, soykırım iddiaları gündemde kaldığı sürece mağduriyet edebiyatıyla maddi ve manevi nemalanıyorlar. İkincisi, 22 Kasım 1920’de dönemin ABD Başkanı Woodrow Wilson’ın Sevr Anlaşması’na göre sözde Ermenilere vaad ettiği Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis illerini Ermenistan’a verilmesi kararını hayata geçirmek istiyorlar. Üçüncüsü ise, sıcak denizlere boğazların hakimiyeti ile ulaşamayan Rusya’nın, Ermenistan üzerinden PKK ile Türkiye’nin bir kısmını içine alan Sykes – Picot Anlaşması’yla Kuzey Irak ve Kuzey Suriye hattından sıcak denizlere ulaşmasında önemli bir misyon üstlendiklerine inanmaktalar.

 

Fatih Özonur  – Ermeni ayaklanmalarının, Türkiye’de liseden başlayarak İnkılap Tarihi derslerinde anlatılması hususunu, gelecek kuşaklarımızın başka ülkelerde karşılaşacakları Ermeni iddialarına karşı bir savunucu bilgi kalkanı olarak görürsek, bu konuda ne tür çalışmalar yapmamız gerekir, sizce?

 

Resmi tarih anlayışının oluşturulduğu 1930’lar, Cumhuriyet ideolojisinin tanımlanıp halka benimsetilmesine girişildiği, bir anlamda rejimin temellerinin sağlamlaştırıldığı yıllardı. 1931 yılında Mustafa Kemal Atatürk’ün talimatıyla Türk Tarih Heyeti tarafından ilk kez orta öğrenimde okutulmak üzere resmi Tarih Dersi kitapları yayınlanmıştı. ABD ile Türkiye Cumhuriyeti arasında 27 Aralık 1949 tarihinde imzalanan “Fulbright Anlaşması”yla bu kitaplar yasaklandı. Bu kitaplarda Türklerin özellikle antik Anadolu ve Yakın Doğu uygarlıklarıyla bağlarının öne çıkarılması hedeflenmişti. Fakat günümüz tarih anlatımında Türklerin yakın tarihi tabir-i caizse “Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basmasıyla” başlatıldığı için Birinci Dünya Savaşı’nda kazanılan Kut’ül Amare Savaşı Zaferi okutulmadığı gibi Ermeni isyanları ile ayaklanmalarına ait hiçbir bilgi de verilmemektedir.  Yani genç Cumhuriyetimizin ilk neslinden yetişen öğretmenler, ikinci ve sonraki kuşaklara bilmedikleri Ermeni meselesini öğretemediler. 1950 ile 1993 yılları arasında yeni yazılan kitaplar da, tıpkı bir öncekiler gibi; ilkçağ, ortaçağ, yeni ve yakınçağ ile Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere tarihin dört farklı dönemini kapsıyordu.

 

1988-1994 arası Azerbaycan ile Ermenistan arasında gerçekleşen Birinci Karabağ Savaşı sırasında, 1993 yılında tarih ders kitaplarında Ermeni isyanları ve ayaklanmaları yer almaya başladı. Milli Eğitim Bakanlığı’nın 14 Haziran 2002’de yayınlanan tebligatı gereğince “Ermeni, Yunan-Pontus ve Süryaniler”le ilgili konular yeni baskıları yapılan Orta Öğretim Tarih l, Tarih 2 ve T.C. İnkilap Tarihi ve Atatürkçülük ders kitaplarında geniş ayrıntılarla yer aldı. Bu kitaplar dışında ilköğretim Sosyal 5 ve Sosyal 7 kitaplarında da Ermeni olaylarına değinildi. Çok spesifik ve iç içe geçmiş olan Ermeni olayları tarihini gençlere koşut tarihçiliğine göre anlatabilmek için okullarda Dünya Tarihi isimli ayrı bir dersin olması da gerekmektedir.

 

Fatih Özonur – Söyleşimize katıldığınız için tekrar en derin saygılarımızı iletir, çalışmalarınızda başarılar dileriz, TASFO olarak.

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.